Washington-Moskova hattında tırmanan nükleer gerilim: Ya işler kontrolden çıkarsa?

💢 İnsanlık bir nükleer savaşın eşiğinde değilse de nükleer güvenlik ortamı, her zamankinden daha kırılgan. 

💢 Dünya, Küba Füze Krizi’nden beri en güvensiz dönemlerinden biriyle karşı karşıya.

1. resim

Nükleer silahlanma, dünyayı felakete sürükleyebilecek bir duruma yol açabilir. Zira İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren atom bombasının kullanılması hadisesi, nükleer silahların barındırdığı riskleri net bir şekilde tüm dünyanın gözleri önüne sermişti. Soğuk Savaş sırasında ise nükleer silahlar, daha ziyade söz konusu dönemin iki kutbu olan ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanabilecek bir savaşı önleyen dehşet dengesini yaratmıştı. Buna rağmen her ne kadar devletlerin rasyonel birimler oldukları için nükleer savaş riskinden sakınacakları düşünülse de karar alıcıların rasyonelliğinin sınırlılıkları sebebiyle nükleer silahlara başvurulma ihtimali var. Bu da tüm dünyayı yok edecek bir süreci başlatabilir. Yani oldukça riskli.

Bahse konu olan durumdan ötürü 1970’li yıllardan itibaren nükleer sliahlanma yarışını sınırlandıran çeşitli adımlar atıldı. Özellikle de Soğuk Savaş’ın detant (yumuşama) dönemiyle birlikte başlayan süreçte 1970’te imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması, yeni bir sayfa açtı. Aslında milat denilebilecek bu sayfayı Soğuk Savaş sonrası dönemde imzalanan START I ve START II isimli anlaşmalar çok daha ileri bir noktaya taşımıştı.

Bununla birlikte son yıllarda küresel güç mücadelesindeki rekabetin artmasına paralel olarak nükleer güvenlik ortamını garanti altına alan anlaşmaların bir bir rafa kaldırıldığı da görülüyor. Bu da son derece riskli bir sürece işaret ediyor. ABD ile Rusya arasında karşılıklı olarak nükleer gerilimi tırmandıran ve “Yeni Soğuk Savaş” şeklinde nitelendirilebilecek adımlar atılıyor.

Kuşkusuz ABD’nin 2002’de Anti-Balistik Füzeler Anlaşması’ndan çekilmesiyle başlayan süreç, Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte çok daha kırılganlaştı. Zira Ukrayna’da kısa sürede ezici bir zafer elde etmek suretiyle Kiev’de iktidar değişikliği gerçekleştireceğini düşünerek savaşa giren Vladimir Putn yönetmi, Ukrayna’nın direnişi karşısında kayda değer bir başarı elde edemedi. Kontrol altına aldığı bölgelerde ise son günlerde Ukrayna’nın karşı taarruzuyla uğraşıyor. Kayıplarını da “taktiksel geri çekilme” söylemiyle gizleme arayışında olan bir Kremlin yönetimi söz konusu.

Rusya’nın Ukrayna’daki başarısızlığını etkileyen iki faktörden bahsetmek mümkün. Bunlardan ilki; ABD, Japonya ve AB’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri, ekonomik ve insani yardımlar. İkincisi ise bahsi geçen aktörlerin Rusya açısından savaşı sürdürülebilir olmaktan çıkarmak için hayata geçirdiği yaptırımlar. Yani Yardımlar ve yaptırımlar, Kiev’in direncini ve motivasyonunu arttırırken; Rusya ise Wagner hadisesinden de görüldüğü üzere, savaş uzadıkça her geçen gün daha da derinleşen iç krizlerle karşı karşıya.

Mevcut durumda Ukrayna’daki savaşın Rusya açısından bir yıpratma savaşına dönüştüğü aşikar. Böylesi bir tabloda Moskova’nın elindeki tüm kozları oynamaya çalıştığı ve Batı’ya kendisinin kaybedeceği bir savaşı tüm dünyanın kaybedeceği yönünde mesaj vermeye çalıştığı görülmekte. Bu anlamda Moskova yönetiminin elinde dört kozun bulunduğunu ifade etmek mümkün.

Bunlardan ilki, Rusya’nın Ukrayna’da kaybedeceğini anladığı bir savaşı Avrupa’nın yakın çevresine yayma tehdidi. Polonya’dan Moldova’ya, Balkanlar’dan Romanya’ya farklı bölgelerde ve ülkelerde artan gerilimi de Rusya’nın bu kozu kullanabileceği yönündeki imalarıyla ilişkilendirmek abartılı yorum olmaz.

İkinci olarak Rusya, dünyanın tahıl ambarı konumunda bulunan iki devletin savaştığı realitesinden hareketle, devlelteri gıda kriziyle tehdit ediyor. Tahıl Koridoru Anlaşması’ndan çekilmesi de bununla ilişkili. Bununla birlikte süreçten en fazla olumsuz etkilenen aktörler, bizzat Rusya’nın Afrika’daki dostları.

Rusya’nın kullanacağını ima ettiği üçüncü koz ise enerji kartı. Fakat bu sürecin, Rusya’nın müşteri ihtiyacı nedeniyle Moskova’yı da zor durumda bıraktığı ortada. Buna rağmen Kremlin yönetimi, enerji kartına başvurmakta ısrarcı. Hiç şüphe yok ki bu koz, Rusya-Batı ilişkilerinde kaybet-kaybet denklemini yaratıyor.

Putin yönetiminin küresel güvenlik ortamını tehdit eden dördünce kartı ise nükleer silahların kullanılmasına ilişkin tehditlerde bulunması. Zaten savaşın başından itibaren Moskova’dan bu yönde açıklamalar geliyor.

Mevzubahis açıklamaların Ukrayna’nın İHA/SİHA saldırılarına paralel olarak Rus nükleer doktrinne uygun bir noktaya evrildiği de açık. Çünkü savaşın ilk günlerinde Rusya’nın nükleer silah kullanma tehdidinde bulunduğu süreçlerde, bu riski analiz eden uzmanların dikkat çektiği husus, Rus nükleer doktrini bağlamında nükleer silah kullanmayı gerektirecek koşulların oluşmadığıydı. Neden mi?

Bahse konu olan doktrine göre, Moskova yönetiminin nükleer silahlara başvurabilmesi için Rusya’nın stratejik kurumlarına saldırılması ve/veya bekasını tehdit edecek hadiselerin yaşanması gerekmekteydi. Kremlin’e yönelik İHA saldırı girişimiyle başlayan ve daha sonra Rusya’nın çeşitli noktalarının vurulabilirliğini ortaya koyan gelişmelerin bu anlamda Rusya’nın nükleer tehdidini arttırmasına kapı araladığı ifade edilebilir.

Üstelik Putin, henüz Rusya’nın vurulabilirliği; yani ciddi güvenlik zafiyetlerinn bulunduğu ortaya çıkmadan önce Yeni Start Anlaşması’ndan çekilerek nükleer silahlansızlanma yolunda atılan adımlardaki son tuğlayı da bu binanın temelinden çekip almıştı. Görünen o ki; dünya bir nükleer savaşın eşiğinde değilse de nükleer güvenlik ortamı her zamankinden daha kırılgan.

Söz konusu kırılganlığı gözler önüne seren son hadise ise 2 Eylül’de Rusya’nın kıtalararası balistik füze Sarmat'ı savaş durumuna getirdiklerini duyurması ve buna cevaben ABD’nin 7 Eylül’de kıtalar arası balistik füze denemesinde bulunması.

Kısacası Rusya, Ukrayna’da yalnızca Kiev yönetimiyle değil, Washington’un liderliğindeki Batı’yla savaştığını düşünüyor ve el yükseltiyor. ABD de bu hamleyi cevapsız bırakmıyor ve eli daha da yükseltiyor.

Mevcut durumda tarafların gerilimi kontrollü olarak tırmandıkları ve henüz rasyonalitenin dışına çıkacak adımlar atmadıkları söylenebilir. Bu, tarafların “Soğuk Savaş 2.0”a geçiş noktasında bir uzlaşı halinde oldukları şeklinde bile oknabilir. Lakin nükleer silahların barındırdığı riskler itibarıyla her geçen gün küresel güvenlik ortamının daha kırılgan hale geldiği de ortada. Dolayısıyla dünya, Küba Füze Krizi’nden beri en güvensiz dönemlerinden biriyle karşı karşıya.

Tartışma